Work and Travel Deneyimim (23 Ekim 2018)
Amerika mı? Hadi canım..!
Benim serüvenim daha gitmeden başlamıştı… Anlaştığım şirket İstanbuldaydı ben ise İstanbulu pek bilmezdim. Abim orada yüksek lisans yaptığı için atladım gittim yanına. Nasıl olsa o beni götürür anlaştığım şirket ile görüşmeye diye düşündüm. Ama öyle olmadı işte! Abim işi olduğundan “kendin git, kaybolursan ararsın” dedi. Canım abim nasılda düşünür beni!? O da haklı aslında, delikanlı adamsın, başına en kötü ne gelebilir ki? Ama ben endişelenmiştim bir kere… “Kesin kaybolacağım” diye diye tedirginlik içerisinde yola koyuldum. İstanbulun bir yakasından öbür yakasına, otobüstü metrobüstü derken aktara aktara sonunda vardım hedefime. Şirkete girdim, danışmanım son plan-program ve bilgileri aktarırken siyahi bir arkadaş geldi içeri. Türkiyede okuyan Nijeryalı Solomon du gelen. Acentadaki muhattabımız beni tanıştırdı ve Solomonun da uçağının benimkinden iki saat sonra ineceğini, NewYork un JFK hava alanının 4. kapısında beklersem birlikte gidebileceğimizi söyledi. Bu da benim işime geldi. Neticede ingilizceme güvenmiyordum.
Uçağım gece 3 de idi. Ben zaten heyecandan uyuyamamıştım gece vakti abimle gittik hava alanına orda vedalaştık ben uçağa bindim derken Roma üzerinden aktarma ile Amerikaya uçmaya başladım. Başladım ama bu benim uçakla ilk uzun, tekbaşıma ilk yurtdışı seyahatim. Romaya gidene kadar sıkıntı yoktu… Romadan sonra aktarma için hava alanına girişte kontrol esnasında zebani gibi devasa bir kadın pasaportuma ve biletime baktı daima asık duran suratıyla bana sert bakışlar attı! Bir an kendimi peçeli, sarıklı elimde de valiz değil keleş varmış gibi hissettim. Sonra kendime gelip sen neye bakıyorsun öyle bakışı attım. Sonrasında bu tavrın çok da beklenmedik olmaması gerektiğini düşündüm. İslamafobi avrupada yaygındı neticede. Bu beni gelecek günlerim hakkında bir nebze daha düşündürdü. Ne var ki çok ta kafayı takacak bir kafa yoktu o an Romaya gelene kadar uçakta uyuyamamış ve bitkin düşmüştüm. İlk uçağımda tanıştığım iki türk bey ile sohbet muhabbet aktarma yapacağımız kapıya ilerledik. O sırada türk beyefendilerden birine “koltuğum cam kenarıydı, rahattım, manzaranın tadını çıkara çıkara geldim” dediğimde ben seni şimdiki uçakta cam kenarı koltukta yanına yaşlı bir çift oturursa yolculuk bitişinde görürüm dedi. Demez olaydı çünkü öyle de oldu. Yanıma 60 – 70 yaşlarında bir çift geldi oturdu ve ben cam kenarındaydım. Şimdi bunda ne var diyebilirsiniz. Mesele yaşlıların uçak içerisinde pek hareket etmeyip yolculuklarını uyuyarak geçirmeleri. Bu nedenle cam kenarındaki yolcuların ihtiyaçları için koridora ilerlemektense sabretmesi gerekir. Ya da uyuyan yaşlı bir çifti uyandırmayı göze almalısınız. Ben ise 9-10 saatlik 2. uçuşumda da uyumamış ve neyseki hiçbir şekilde tuvalet ihtiyacı da yaşamamıştım. Kaldı ki yanımdaki yaşlı çift beni düşündüklerinden olsa gerek yolculuğun yarısında ve sonlarına doğru beraber 10 – 15 dakiklığına ortadan kayboluyorlardı. Halen heyecanım sürüyor ciddi bir uykusuzluk çekmiyordum. Ayrıca JFK hava alanına yaklaşırken sıklıkla uçak türbülansa girip bende yeni adrenalin patlamaları yaşattı. Neyseki sağ salim inmiştim.
Gelelim benden 2 saat sonra inecek olan güzide kardeşim Solomon’a. Sorun şu ki ben Solomonu 4. kadpıda tam 5 saat bekledim! 2 saat beklendik bir süre idi, yarım saat de kuyruktan çıkması dedim bekledim 3. saate doğru kuyruk bu kadar sürmemesi lazım dedim. 3.5 saat geçtiğinde tedirgin olup telefon sim kartımı Türkiyedeyken aldığım uluslar arası hat ile değiştirmeye koyuldum. Türkiyedeki acentayı aradım muhattabımla tartışırken saat 21:00 olduğunda muhattabım benimle mesai saati dışı olduğundan muhattap olmamaya karar verdi. Ciddi anlamda aç, susuz, uykusuz ve sinirliydim! Çantamda bir tane şekerli bisküvi olduğunu hatırladım hani şu çaya batırılıp yenenlerden… Kuru ağızla bisküvi yemenin ne kadar zor olduğunu öğrendim orada. Biraz oturup sakinleştim ve düşünmeye başladım. Çevremdeki insanlara sora sora elimdeki adrese nasıl gideceğimi ve acentanın elime tutuşturduğu kalacağım yerdeki ev sahibinin telefon numarasını aramaya çalıştım. Ulaşamıyordum bir türlü. Sonunda 5 saat geçmişti! Artık bir karar vermem gerekiyordu ya geceyi JFK hava alanında geçirecektim ya NewYork’un cep yakan bir otelinde geçirecektim ya da bir an önce atlayıp yola koyulacaktım. Aksi halde otobüs seferleri gece vakti durabilir hali ile dışarıda kalabilirdim. Attım kendimi yollara…
İlk olarak bir büfe gördüm ve cebimden 3 dolar çıkartıp küçük bir pet şişe suya harcadım. Ardından yavaş yavaş kendime gelmeye başlamıştım. Metroya ilerlerken bize(Türklere) benzeyen bir çift gördüm hemen yaklaştım ve Times meydanına nasıl gidebileceğimi sordum, onlarda Times meydanına gidiyormuş eşlik edebileceğimi söylediler. Buna çok sevinmiş bir halde yanlarına takıldım. Metrodan inip otobüs terminaline giderken bana nereli olduğumu sordular. Onlara Türk olduğumu söyleyince çok şaşırdılar meğer onlar da Yunanmış. Yanılıyorsam belirtin ancak bu benzerliklerini açıklıyordu. Ufaktan ayrıldıktan sonra daha geriye kalan 9 saatlik kara yolculuğu beni bekliyordu. Tabi ben yine bundan habersizdim. Amerikada kimi yerlerde biletleri buradaki gibi gidip gişeden almıyorsunuz. Nasıl ki şehir içi ulaşımda otobüslerin numaraları var aynı onlar gibi hat numaralarını bilgisayara giriyorsunuz, cihaz size bir bilet veriyor. Tabi ben gideceğim hattın numarasını bilmiyordum. Neyse ki sırada bekleyen diğer insanlar bana yardımcı oldu, gideceğim yeri aratıp hat numarasını bulup bileti almamı sağladılar. Keşke o kadarla da kalsaydı. Orada hayatım boyunca hiç unutamayacağım yanlış bir refleks de bulunmuştum. Önümdeki siyahi kadın bana yardım etmek için döndüğünde bir an için kadının suratındaki derin yaranın şoku yüzüme yansımış ve bir an için tedirgin olmuştum. Bunu sezen kadının suratı düşmüştü. Ona istemeden “Suratındaki yara izi beni korkutuyor” demiş kadar oldum. Tek istediği yardım etmek iken onu dış görünüşü konsunda üzmüştüm. O kadar süre uykusuz kalmanın vermiş olduğu bitkinlikle artık tepkilerim değişmeye başlamıştı. Biletime ait otobüsün ne zaman geleceğini bilmeksizin yarım saat den fazla da durak sırasında bekledim. O sırada ev sahibine ulaştım. Neyse ki dünya tatlısı bir insan çıktı ve beni Cape May’e varır varmaz otobüs durağından alacağını söyledi. Evinde kalan diğer Türklerden birinin numarasını aldım bu sayede oraya vardığımda o kişiden adamı uyandırmasını isteyecektim.
Uzunca bir bekleyişin ardından nihayet otobüs 319 numaralı perona geldi. Önümde bulunan insanlardan bileti ne şekilde kullandıklarına baktım. Sadece şoför’e gösterip içeri geçiyorlardı. Bende öyle yaptım ancak özellikle şoför bey’e yakın bir koltuğa oturdum. Otobüs kalktıktan sonra Şoför bey’e derdimi anlattım. Şansıma şoförün arka koltuğunda oturan 45 -50 yaşlarında oldukça zayıf ve kör kötük sarhoş olmuş bayan daha önce WAT programı ile gelen bir çalışanı olmuş. Ayrıca o da şoförü biraz bilgilendirdi. Şoför apaçık kızılderili idi. Bu kızılderili şoför o kadar tatlı bir insan çıktı ki, otobüs gişesinin Atlantic City’e vardığımız saat de kapalı olma ihtimaline karşı, bir sonraki binmem gereken otobüse’e yetişebilmem için gerekli bileti, kendi cihazının güzergah bilgilerini değiştirip bana oracıkta kesiverdi. Bununla yetinmedi iner inmez CapeMay’e gidecek olan otobüsün şoförü ile konuşup onu benim hakkımda ve bilet kestiği konusunda bilgilendirdi. Çünkü elimdeki biletden ziyade aslında bir fiş gibiydi. Bu iyiliği rezalet geçen saatlerin ardından bana o kadar iyi gelmişti ki. Ayrılmadan onun elini sıkıp “Sen çok iyi bir adamsın” dedim. Tatlı bi tebessüm ile önemli değil diyerek ayrıldı. Şimdi yeni bir kuyruk yeni bir bekleyiş içerisindeydim. O kuyrukta biri gelip çantamı veya paramı çalmaya çalışabilir diye tedirginlik içindeydim. Öyle bir durumda karşı koyacak halim dahi kalmamıştı çünkü. Yeni şoförüm siyahi şişman bir adamdı. Sıra ile binişlerde biletleri kontrol ederken sıra bana geldiğinde “Bu da ne?” diyerek yüzüme baktı sonra yüzümü gördükten sonra önceki şoförümün dediklerini hatırlayıp tamam sen geç dedi. İşin bu noktasında durum gittikçe zorlaşmıştı. Artık uyku halinden o kadar bezmiştim ki beynim bana oyunlar oynuyordu. Şöyle ki; Arkamda oturan iki teyze vardı ve yol boyunca konuşuyorlardı. Bir noktadan sonra onların konuşması bana sanki Türkçe gibi gelmeye başladı. Bildiğin Türkçe konuşuyorlardı yahu! Her dediklerini duyamasam da, arada Türkçe kelimeler seçiyordum. Bir ara dayanamayıp çaktırmadan arkama baktım ama ben baktığımda İngilizce konuşuyorlardı. Beynimin bana oyun oynadığının farkındaydım. Stresim halen üst düzeydeydi çünkü hangi durakta inemem gerektiğini bilmiyordum. Telefonumu kapatmış az kalan şarjının acil durumlarda ihtiyacım olması ihtimaline karşı saklıyordum. Bu nedenle rahatça uyuyamıyor ve her başım uykudan öne doğru düşüşünde tekrar ayılıp uyumamak için direniyordum. Sorun sadece bu da değildi. Amerikadaki suç oranı çok yüksek ve gitmeden önce okuduğum yazılar beni oldukça tedirgin etmişti. O nedenle uyuduğum anda sanki eşyalarımı çalacaklarmış gibi hissediyordum ki nedense insanların bakışları da bunu hissettiriyordu gerçekten. Sanki yabancı olduğumu anlayan herkes bana ve çantama bakıp”Uff! Bunda ne nevale vardır var yaa!”der gibiydiler. Belki de paranoyaklaşıyordum bilemiyorum. Nerede inmem gerektiğini vardığımız her durakta şoför’e sormaya başladım ancak o bana hep “daha değil” veya “Geldiğimizde sana söyleyeceğim” tarzı cevaplar verdi. Lakin bu cevaplar hiç de tatminkar değildi çünkü otobüs’e bindiğimde bilete verdiği tepki onun unutkan biri olabileceği izlenimi uyandırmıştı. Son otobüs olduğunu düşünürsek herhangi bir durağın kaçırılması durumunda durumum çok zora düşebilirdi. En son sorduğumda bana sertçe cevap verince “Bundan sonra eşek olsa unutmaz” diyerek sormayı bıraktım. İşin komiği zaten Cape May son durağıymış. Yahu şunu en baştan desene!!! Velhasıl CapeMay’e vardım. Gece vakti kimsecikler yoktu ve otobüs yolculuğu boyunca iliğime kadar işleyen klimanın soğuğunun üstüne Cape May’in ılık havası çok iyi gelmişti. Orada çok enteresan bir uygulama var. Hava nın sıcak ya da soğuk olmasına bakılmaksızın otobüslerde salgın hastalıkların önüne geçebilmek adına klimaları açıyorlar ve klimaları gerçekten çok etkili. Keşke üstüme bir şey alabilsem diyerek toplamda 10 saatlik otobüs yolculuğu yapmıştım Telefonumu açıp evdeki arkadaşı aradım. Ev sahibim Norman’ı uyandırdı ve adam gözleri kan çanağı olmuş şekilde otobüs durağına gelip beni aldı ve eve götürdü. Gece vakti evi iyi görememiştim ancak ne kadar yorgun olduğumu fark etmiş ve beni içeride camekan bir teras’a çıkartıp oradaki koltuklardan birine yatabileceğimi, evi gezme, kira gibi işleri yarın konuşabileceğimizi söylemişti. Çok minnettar olmuştum. Oradaki kanepeye iki büklüm kıvrılıp sığmıştım ve o kanepe bana dünyanın en rahat yatağı gibi gelmişti. Artık kendimi güvende hissediyordum, ve derin bir uykuya daldım.
Gözlerimi açtığımda gün doğmuştu ancak doğrulup da çevreme baktığımda kendi kendime “Yok artk!!! Amerikadayım” dedim. O yarı gerçek yarı hayalmişçesine geçirdiğim 2 günün ardından gözlerimi Türkiyedeki yatağımda açsam “Hepsi rüyaymış” der ve zerre yadırgamazdım. Ne var ki gerçek olduğunu bilme hissi efsaneydi. Çevrem tamamıyla camekan olduğundan dışarısı görünüyor ve cetvelle çizilmişcesine yemyeşil bir bahçe çalışan fıskiyeler küçük bir süs havuzu vardı. İçimde anlatması güç bir heyecan vardı. Öyle ki o anınızdan itibaren geleceğinizin size çok ilginç, bundan önceki yaşamınızdan çok farklı değişimler getireceğini biliyorsunuz, ama bunların ne şekilde olacağını bilmiyorsunuz. Hemen evin içerisine girip evde kimler var kimler yok göz atmak istedim. Yeni ev arkadaşlarımla tanışmak istiyordum. Evde başlangıçta 4 kız 5 erkek kalıyorduk. İlerleyen dönemlerde bir iki kişi daha gelecekti. Hepsi ile de iyi anlaştık. 5 erkeğin 2 si Nijeryalı öğrencilerdi ve her ikisi de iyi çocuklardı. Bizim Türk erkekleri hızlı bir kaynaşmanın ardından misafirperverliklerini göstererek beni gezdirip iş yerime götürdüler. İçeri girip şefim olacak kişi yani Josh ile tanıştım. İşe ne zaman başlamam gerektiğini sordum ve bana 2 gün etrafı gez öğren ardından işe başlaman için seni bekliyor olacağız dedi. Bu oldukça hoşuma gitmişti çünkü evim ile işim arası çok yakın sayılmazdı, 3.5 kilometrelik bir yol vardı ve bisikletim bozulduğu zamanlar bu yolu yayan olarak girmem gerekiyordu. Gece de olsa yolumu kaybetmeden yönümü bulmam gerekiyordu. İşin kötü yanı orada Türkiye deki gibi her sokakta gece lambası bulunmuyor. Gece eve dönerken zifiri karanlık içerisinde ilerlemeniz gerekiyor. İşin güzel yanı ise o karanlık içerisinde ilerlerken yanından geçtiğiniz sık bitki örtülerinin üzerinden ateş böcekleri resmen size görsel bir şölen sunuyordu. O iki gün tanışma kaynaşma ve gerçekten de çevremi keşfedip ihtiyaçlarımı nasıl karşılayacağımı öğrenmek ile geçti. Melesela Norman beni alıp yakındaki Wallmart alışveriş merkezine götürerek oradan bir bisiklet almama yardım etti. Ne var ki bizim bildiğimiz sıradan vitesli bisiklet kalmamıştı. Onun yerine 28 jant, vitessiz, kontra pedal frene sahip, şehir içi bisiklet vardı. Tek güzel yanı kocaman yumuşak bir selesi vardı. Bisikleti biraz da mecburiyetten aldım almasına da, daha yolda dönerken bisikletin zinciri atmaya başladı.100 dolarlık bu bisiklet üstünde hız yapmak için değil düz yolda sakin ilerlemek için tasarlanmış ucuz bir bisikletti. O an pişman olsam da tamir edebileceğimi düşünerek devam etim yoluma. Malesef düşündüğüm gibi olmadı. Sorun kalitesiz mal kullanımına bağlı olarak aynakolun yüke dayanamayıp bükülmesiydi. E hali ile zinciri sürekli olarak attırıyor. Her seferinde elimle zinciri yerine oturtmam gerekiyordu. Bu bisikletin en kötü kısmı ise kontra pedal frenli olmasıydı. Bu eğer ki yokuş aşağı giderken zinciriniz atarsa freniniz artık yok demek oluyor. Gelecekte aynen böyle bir kazayı kılpayı atlatacağımdan da habersizdim o sıra. Sırası gelince onu da anlatacağım.
İlk iş günüe başlayacak olmanın heyecanı ile restorana gittim. Oradaki işim bulaşıkçılıkdı. Ne kadar zor olabilir ki diye düşünüyor insan. İnanın bana tam bir kabus!!! Restorant balık restoranı olmasından ötürü daima tavada balık veya sos türevi gıdalar pişiriyorlar. O tavalardan yağı tamamen sökmeye çalışıyordum ilk günler… Josh çok yavaş olduğumu söyleyip duruyordu. Bir gün süngeri eline aldı ve bana işin nasıl yapılacağını gösterdi. AMAN ALLAHIM DEDİM!!! Adam yağını çıkarmadan süngeri çalıp çalıp tavayı temizlerin arasına asıyordu.! Bu şekilde ebem de hızlı yapar diyerek çok saygıdeğer şefimin izinden yoluma devam ettim. O mutfağı size kelimeler ile yaşatmam mümkün değil ancak deneyeceğim. Şöyle ki sabahtan akşama çalışan fritöz, 4 ocak, tabakları sıcak tutacak ızgaralar ve 2 dakikada bir posta bulaşığı buhar ile yıkayan sanayi tipi bir bulaşık makinesi. Mutfak o kadar dar ki mutfakta çalışan 5 kişinin sadece 2 adım sağa ve iki adım sola gidecek kadar yeri var. Ben ise bir yandan bulaşıkları yıkayıp bir yandan temizleri mutfağın çeşitli noktarındaki temiz konumlarına bırakmalıydım. Sıralama şu şekildeydi. Kirlileri sepete diz makineye at, makinenin kapağını kapadığın anda 1.5 dakikam falan oluyor o sürece ocaktan küvetin içine atılan sıcacık kirli tavaları yıkayıp temizlemem gerekiyor. Kaç tanesini yetiştirebilirsem. 1.5 dakika dolduktan sonra tavaları bırakıp sıcak buharda yıkanan temiz bulaşıkları makinenin sepetinden alıp aynı türde olanları üst üste yerleştirerek yerlerine koymam gerekiyor ve bu süreç içerisinde lavabodaki tavalar ve kirli bulaşıklar tekrar birikiyor. Sayısız defa o tavaları soğumadan tuttuğum için ellerimi yaktım ve sayısız defa o buharlı bulaşık makinesi beni yaktı. Öğle arası vermiyoruz çünkü yeterli çalışan yok ve müşteriler daima geliyor. Her gün 5 dakika mola hakkım vardı. Boş durma gibi bir seçeneğiniz yok. Sizi boş tutmaktansa en gereksiz işleri size yaptırmayı tercih ediyorlar. Neticede saat başı para alıyorsunuz. Okadar buhar ve sıcağın içerisinde iki dakika dayanabileniniz çok azdır inanın bana. Nefes alamk o sıcak günde bu kadar zor olmazdı. Benim vucut da fazla dayanamadı zaten. İlk haftadan hastalandım. İşverenim olan ……….. melek gibi bir kadındı. Durumumu öğrenir öğrenmez direk bana boğaz ağrısı ve kendimi toparlamam için iki ilaç aldıp getirdi.
Orada geçirdiğim dönem ise tam bir yılan hikayesi kıvamındaydı. Şef ile patronun küçük kızı çıkıyor ve ablası bu ilişkiye başta sıcak bakmıyordu. Çok kavgalarını izledim. Mutfak yardımcısı olarak çalışan adam 25 yaş görünümlü 35 yaşında Meksikalı biriydi(Axel). Aslında şef yardımcı Conner ile Axel mutfaktaki en yakın arkadaşlarımdı diyebilirim. Axel yaş ayrımı gözetmeksizin karşısına gelen her dişiye kur yapan biriydi. Conner ise tok sesli sarışın uzun boylu ve yardımseverdi. Birkeresinde beni Josh’a karşı uyarmış ben ise bile bile ateşe körükle gitmiştim. Onuda anlatacağım… Şefin kardeşi 20-22 yaşlarında sarışın yeşil gözlü genç yaşta saçları seyrelmiş biriydi. kardeş olduklarına inanmak neredeyse imkansızdı. Abisinden se çok daha cana yakın ve yardımseverdi. Abisi ise onu aşçılık yolunda törpüleyip duruyoru. Çok iyi beatbox yaptığını hatırlıyorum.
Bir keresinde şefim Josh bana Barrack Obamanın mı daha iyi olduğunu yoksa Bush’un mu daha iyi olduğunu sordu. O sırada Conner kulağıma eğilip çaktırmadan “Bush” dedi. Ben ise “Tabi ki Obama. Bushun tek istediği savaş” dedim.(Şimdi sorsalar hepsi aynı kazanın yahnileri birbirinden farkı yok derim.) Josh buna öyle köpürdü ki o andan sonra aramız limoni oldu hep. Hatta bir keresinde sanırım bana domuz eti yedirmeye çalıştı. Özür dilerim çalışmadı yedirtti. O gün deli gibi acıkmıştım. Uzun ısrarlar sonucu bana kuzu eti diyerek bir parça yarı pişmiş yarı çiğ bir et verdi. Güvenerek afiyetle yedim. O sırada 15 yaşında 2 metre boyunda ve aşırı obez bir kız çalışıyordu mutfakta. Tatlıları o yapıyordu. Mutfağa döndüğünde eti yedin mi diye sordu. “Tabi yedim” dedim. “Beğendin mi” dedi. “Evet az pişmişti ama fena değildi” dedim. O an bağırarak “inanamıyorum beğenmiş demek ki …. ile ilgili değil” dedi. Benim beynimde şimşekler çaktı gidip lavaboya tüm yediğimi kustum ve bunu josh’ın görmesini sağladım. Hiç sesini çıkartmadı. O an emin oldum. Bu restorantta gerek busser gerek dishwasher olarak 4 aya yakın süre geçirdim. Kimi dönemler müşteriler azalınca benim iş saatlerimi de azalttılar. Öylei ki kazandığım sadece giderlerime yetiyordu. O dönemlerde biraz sorun yaşadım neyse ki durumu farkeden iş verenim ……. bana ikinci bir işte referans olarak birikimlerimi yememin önüne geçmiş oldu. Artık sabah 8 akşam 10 açlışıyordum. Öğle 1 de bir işten çıkıp diğerine gitmeden yarım saat dinlenme aram oluyoru ve ilk işimden çıktığımda üstüm sırıl sıklam olmasına ramen ikinci işe üstümü değiştiremeden başlıyordum. İkinci işim de mutfak işi olduğundan üğütme gibi bir derdim yoktu. Hatta ikinci işim Uncle Bill’s Pancek House da olduğundan çalışanlara sınırsız içecek sağlıyorlardı. inanın bana günde en az 4-5 litre meyvesuyu veya gazlı içecek tüketiyordum. İlk işimdense ikinci işim cennet gibiydi. Amerikaya gittikten 3 hafta içerisinde 10 kilo verdiğimi söylesem sanırım çalışma koşullarım hakkında daha net bir bilgi edinmiş olursunuz. Ki o sıralar henüz ikinci işim yoktu bile…
Evdeki arkadaşlar ile tatillerimizi denk geirip seyahat edişimizi unutamıyorum. Çok güzel günlerdi. Bir keresinde bisikletlerimize atlayıp Wildvood a kadar gitmiş, akşamına geri dönmüştük. Bisiklet ile seyahatin güzel yanı cevrenizdeki her türlü detaya daha çok hakim olabilmenizdir. Demir köprülerden geçerken altımızdaki delikli ızgaradan görünen mekanizmadan tutun da yok kenarında iki adam boyundaki sazlıklara kadar her şey farklı bir dünyada olduğunu hatırlatıyordu insana. Her yerde extra büyük hayvanlar ve böcekler vardı. Sanki taşı toprağı hormonlu gibiydi. Size daha önce bahsettiğim bisikletteki sorun Vildvood’a giderken olmuştu CapeMay adeta bir ada gibi ana karadan akarsu ile ayrılıyor. O akarsunun üstündeki köprüye tırmanıp aşağı doğru kendimizi bıraktığımızda bi anda zincirim attı ve iki şerit dolu, biz ise emniyet şeridinde 5 kişiydik. Önümdekilere çekilmeleri için nasıl bağırdıysam korkarak kenara çekildiler. Aralarından geçip bir süre düzlükte ilerledikten sonra trafiğin boşalmasını fırsat bilip karşı yoldaki trafiksiz otopark alanı gibi bir yere girdim. Bisikletle iki tur genişçe bir daire çizdikten sonra nihayet yavaşladı.
Gelelim alışveriş ve yaşam koşullarına… Orada hep “Road Runner” da gördüğümüz “Acme” nin gerçek olduğunu gördüm. Bu çok hoşuma gitmişti. Bildiğiniz anlamda büyük bir süpermarket… Kendi ağız tadımıza göre bir şey bulamadığımızdan olanlar arasından kendine yeni bir beslenme şekli belirlemen gerekiyor. Türkiyeye oranlayınca Çikita Muz oldukça ucuza geliyor, bu da onu beslenmemin önemli bir parçası haline getiriyordu. Bunun dışında tuzlu fıstık çok ucuz ve orada hayatımı kurtaran bir besindi. Tüm gün işte ter ile tuz kaybediyor, enerjye ihtiyacım oluyordu. Büyükçe kavanozlarda satılan fıstık iki gün dayanmıyordu. Bunların dışında yumurta ve süt sıkça satın aldığımız ürünlerin başında geliyordu. Et olarak sadece tavuk eti düketiyordum. Balığı zaten çalıştığım restorantta yiyordum. Hani derler ya “Amerikada benzin sudan ucuz” diye. Evet öyle ancak bundaki rolün sahibi sadece benzin değil, aynı zamanda su ÇOK pahallı o zamanlar türkiyeden 30 kuruşa aldığımız suları orada 2 dolardan alabiliyorduk. O da var evdeki su kuyudan geliyor. Arıtma sistemi düzgün çalışmıyor o nedenle de tadı berbattı. Mecbur içme suyumuzuda dışarıdan alıyorduk. Süte geri dönemem gerekirse süt ile ilgili çok ilginç bir konu var. Süt süte benzemiyor daha çok su karıştırılmış gibiydi. Mesela orada en çok özlediğim şeylerden biri de yoğurtdu. Bir gün sanırım Wallmart da dolanırken idi, bir yoğurt gördüm. Çobani marka ancak “Greek” yogurt yazıyordu. Yoğurt yoğurttur diyerek aldım. Allahım yediğim en kötü yoğurttu, kireç gibi tadı vardı. Kıvamı birazdaha benziyordu. Ben de baktım yiyemiycem bu az miktardaki yoğurdu alıp sütü kaynatıp içine attım küçük bir kapta yoğurt yapmayı deneyecektim. Ortaya çıkan şey beni çok şaşırtmıştı. Bildiğin plastiğe benzeyen beyaz ama çok esnek parçacıklar oluştu. Hani yoğurt çalarsın da suyu çıkar ya aynı öyle suyun içerisinde yüzüyorlardı. Elime aldım şöyle iki esnettim uzattım ama ağzıma götürmeye cesaret edemedim. Hevesim kursağımda kalmıştı.
Madem süt dedik bir anımı daha anlatayım süt ile ilgili. Bir keresinde Acmeden sütümü ve ihtiyacım olan diğer şeyleri almışım bisikletin gidonuna asıp tıngır mıngır evin yolunu tutarken sen tut poşet yırtıl ve süt yere dökül! O an İlyas Salman’ın Fikrimin ince gülü filmindeki sarı mercedesine kazadan sonra bakışı gibi bakakaldım. Meğer insanın paraya verdiği değer ne kadar zor kazandığı ile ilgiliymiş. O gün bunu deneyimledim. İşte bu yüzden önemli Work and Travel! işte bu yüzden Erasmus’a benzemez. İnsanı geliştirir, gözünü açar. Ben ne kadar anlatsam burada size bu yazıyı okurken o hisi yaşatamam. E tabi kalıcılığı da bir o kadar olur.
Acı sosun vazgeçilmez oluşu
Amerikalıların istifleme hyu
Evden çıkartılma / Sex Offender suçlusu ev sahibi / CEO ile tanışma / Kazak arkadaşlar / Ev sahibinin oğlu / Polis / Luis Pizza / Washington DC / New York / Acme / Alışveriş ve Yaşam
Çok yakında devamı geliyor…